işte öyle bir şey... http://ishininpembekiymamakinasi.tumblr.com/ da var!!!
22 Kasım 2011 Salı
Bugün bizi ağına alan kapitalist sistemi bir de Brecht'ten dinleyin...
İyice görüyorum artık düzeni.
Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da birçok kişi
Ve bağırıyor yukarıdakiler aşağıya:
"Çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda."
Ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasında.
Bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
Yol değil ama,
Bir tahta bu.
Ve şimdi görüyorsun açıkça:
Bu bir tahterevalli tahtası,
Bütün düzen bir tahterevalli aslında.
İki ucu birbirine bağımlı.
Yukarıdakiler durabiliyor orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda.
Ve ancak;
aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece
kalabilirler orada.
Yukarıdakiler olamazlar çünkü,
ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
Bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
Çıkmasınlar yukarı.
Bir de aşağıda daha çok insan olmalı yukarıdakilerden.
Yoksa durmaz tahterevalli.
Tahterevalli.
Evet, bütün düzen bir tahterevalli.
Bertolt Brecht
12 Ekim 2011 Çarşamba
CONFESSIONS
oops! bugün edebiyat yapmıyorum. yalnızca bişi dicem. çok da samimiyim bugün. (bunu söylemeden de geçebilirdim.)
bu blogu açarken aklımda onu günceye çevirmek fikri hiç mi hiç yoktu. okumalar, müzik, sinema, festivaller, konserler vs yani ne yaşıyorsam, hayatımda en büyük yeri ne tutuyorsa o dönemde o olacaktı. sonra itiraf etmek istediğim şeyler olduğunu fark ettim. confession sitelerindeki entryleri okurken .ıçımızla güldük de demek insanın (belki de fazla antisosyalleşince) karşısında duygudan yoksun bir cyborg ya da dilini hiç bilmeyen uzaylı gibi bişi aradığı zamanları oluyormuş. konuşmayacak, sana ve söylediklerine tamamen nötr kalacak bişi. bilgisayar da o "şey" gibi biraz biraz benim için. itiraflarımı yazmak için daha iyi bir yer de olamaz kendi blogundan başka dedim ve bu bölümü itiraflarıma ayırdım. :p işte derken derken kendimi onun karşısında buldum, baktım parmaklarım tuşluyor harfleri bir bir.
neyse traşı kesmek gerekirse, uzun süredir söylemek istediğim şeyler vardı sana. uyku tutmayınca bunları itiraf edersem belki de koyun saymaktan daha makbule geçer dedim. sanıyorum ki, sevgilim olduktan sonra çevremdeki diğer uzak-yakın tüm insanlara karşı tahammülsüzlüğüm x 7,2 şeklinde katlandı. önceleri (çetin bir ayrılık darbesi almış, kaderin hain sillesini yemiş ve ucundan hurdaya çıkmış biri olarak :p) duygusal açıdan boşluktayken (ne menem iç güdümsü şeyse şu) sevilme - ilgi görme ihtiyacından mıdır nedir milleti daha kolay alttan alır, kolayca çeşitli tavizlerde bulunurdum. bu dostluğun altın kurallarından biri-leri midir, hı hı belki de. ama buna da bir limit koymak gerekli dimi evladım. Cicero'nun dediği gibi "yaptıkları iyilikten bile pişman olan iğrenç insanlar"dan biri miyim bilmiyorum ama karşılık göremediğimde yaptıklarım için lanet ettiğim çok oldu. bugün istemiyorsam insanlara katlanmıyorum bile. -mış gibi yapıyorum bazı bazı. en yakınımdakiler bile bazen bana çok uzak (olsun istiyorum). antisosyal olmak hiç de fena değilmiş. tek bir insan bile bazen yetebiliyormuş. o insan tüm ihtiyaçlarımı giderdiği için mi, hmm sanmıyorum. ama ben bugün kolayı seçmek istiyorum. artık daha az kafa patlatıyorum o ne ister, şimdi buna ne demeli vs diye… artık tüm enerjimi, fedakarlık limitlerimi ve zamanımı “o”nun için kullanıyorum. ben yaptım oldu. ha ileride pişman olur muyum, yalnız kalır mıyım... "insan istedi mi, daima pişman olmaya zaman bulur"* hey bu kadar özele inmişken o zaman bişi daha dicem. uuuuu benim ayaklarım dondu ve de çişim var çok. ben kaçıyorum.
biz bunu çok sevdik bak!! sen de sev! :
Machiavelli
Afiyet olsuuun ;)
5 Haziran 2011 Pazar
Men Should Be Brave? -ha efendim?!?
Dün akşam reklamcılık ve pazarlama dersimin final projesini hazırlamaktaydım. Fakat bu görev reklam sloganlarının alt metinlerinin ciddi bir biçimde sorgulanması gerektiği gerçeğini bir kez daha yüzüme vurdu. Temelde French Connection giyim markasının Spring Summer '10 koleksiyonu için kullandığı reklam kampanyasını inceleyecektik. (https://www.frenchconnection.com/content/marketing/ss2010.htm) Elimize bir afiş tutuşturdular (yanda görülen afiştir kendileri). Alın buna reklam stratejisi yazın dediler. FCUK markasının bu koleksiyon için hazırladığı kampanya "You are man?" "You are woman?" diye bas bas bağırarak güya ironi yapayım filan derken eline yüzüne bulaştırdığı işle, cinsiyetçi bir tavır içerisinde sessiz sessiz yoluna devam ediyor. Kimse de bunun farkında değil mi anlamıyorum?! ^o^ Yurtdışında çeşitli kaynaklar üzerinden takip ettiğim kadarıyla, bir dolu bloglarda filan öve öve bitiremiyorlar bu kampanyayı. Esasen marka "Size biçilmiş kadın-erkek kalıplarının dışına çıkabilirsiniz. 'Aptalca', sıradışı giyinmek, eğlenceli olmak, erkek egosunu yenmek, kadını sıkıcı algısından kurtarmak sizin elinizde. Kendinizi özgür hissedin, sınırları aşın. Kişiliğinizi, hayat tarzınızı aldığınız yaratıcı kararlarla ortaya koyun. Herkese ne kadar cesur olduğunuzu gösterin. Bunu ancak FCUK ürünleri giyerek başarabileceğinizi de unutmayın tabi. bıdı bıdısını..." yapıyor. Fakat farkında değiller mi ki tüm bu sözüm ona cinsiyetçi ol-ma-yan söylemleriyle yeni bir kadın-erkek algısı çizmeye çalışan tutumları zaten, tü-kaka dedikleri şu geleneksel tutumdan çok da farklı işlemiyor. Güya seni sıradanlıktan kurtarmak isterken, yine yeniden başka bir sıradanlığın içine çekiyorlar. Daha da kötüsü bunu sana fark ettirmeden yapıyorlar. "Onlar" gibi giyinmeyip "onlar" gibi yaşamadığında kendini yalnız hissedip, "öteki" olarak göreceğini, bu akımlara kapılmaktan başka çarenin olmadığını bilerekten de son derece dertsiz tasasız bir biçimde, hatta sırıta sırıta, kapitalist düzene hizmet etmekten de geri durmuyorlar. Biz de saf gibi bu oyunları yiyor, "son trendlere göre yaşam" rehberlerinin içine gömülüyoruz. Bu türden her türlü sermaye de bizim üzerimizden bir eli yağda bir eli balda ceplerine yatırım yapıyor. Şimdi barı biraz daha yukarı çekin ve tekrar şu iki resme bakın, sorarım size Afghanistan'da, Filistin'de elinde silahı anasını, bacısını, çocuğunu korumaya savaşa giden adam mı, yoksa kafasına tavşan kulağı tak-abilen adam mı daha cesur görünüyor???
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Yaza yine festivaller bizi bekler...
Kimsenin hakkını yememek lazım da bu sene özellikle şu geçtiğimiz birkaç ay içerisinde baya bol müzikli konserli bir bahar geçirdik. Hatta hangisine para yetiştireceğimizi bilemedik, konsere gideceğiz diye aç gezdik, Biletix gişelerindeki çocuklarla nasıl olsa da arkadaşlık kursak biletleri bedavaya getirsek-nin hayallerini kurduk geyiklerini çevirdik. Echo and Bunnymen konserinin 70tl olmasından dem vururken, Caribou konserine 66tl bayıldık.
Derken baktım her sene büyük bir heyecanla teşrif ettiğimiz Efes One Love Festival’in haberi düşmüş yine Biletix’e. Fakat ne yalan söyleyeyim bu sene festivallerden yana biraz hayal kırıklığına uğradım. Ne Rock’n Coke ne de Efes One Love yayınladıkları line-up ile gitmeye değecek türden. (Bkz: http://web03.biletix.com/etkinlik-grup/11558071/TURKIYE/tr , http://web03.biletix.com/etkinlik-grup/11449158/TURKIYE/tr) En azından indie bindicilerin ruhunu okşayacak türden değil hiçbiri. Hem de hiç değil. Nerede o eski Prodigy'li The Cure’lü Rock’n Coke lar, Whitest Boy Alive’lı Morrissey’li Efes One Love’lar… Geçen seneki One Love çılgınlığımızı düşününce hala suratımdaki kaslar gevşiyor, şapşal şapşal sırıtıyorum. Ne gündü ama… Groove Armada’daki laser showlar, Sophie Ellis-Bextor’un bacakları, Fischerspooner’ın herkesin beklediği Emerge’ü bir kızı sahneye çıkartıp söyletmesi, konserden sonra gezinirken Whitest Boy Alive’ın genius çocuğu Erlend Oye’unu yolda görüp Erleeeeend diye seslenmem sonucu bana Hiii diye el sallayıp gülümseyişi… Hangi biri dersin. İşte o şahane line-up tan sonra bu senekiler olmamış be… :S
Hem sonra asıl hayalim var ya burayla yetinmemek, alıp başımı uzaklara Gaudi’nin şaheseri, gidip de dönmemek var (hadi ya var mı yoksa ^_^ ) dediğim, National Museum’un tepedeki manzarasında aşık olmak istediğim, Paris de neymiş .ok götürüyor orayı Barcelona daha romantik derken gözlerimin içinin ışıl ışıl parladığı o sıcak şehre (I love) Barcelona’ya gitmek.... Çünküüü Barcelona’daki Sonar Festival’in sanatçı listesini gördükten sonra beynim eriyip klavyenin üzerine aktı resmen. Biz niye 3’le 5’le yetiniyoruz anlamıyorum. Anlıyorum da anlamak istemiyorum. Adamların line-up da headline diye bir şey yok. Olamaz da. Sıkı durun indi bindiciler, elektronik severler… İşte line-up geliyor : Underworld, M.I.A., Aphex Twin, Magnetic Man, Die Antwoord, The Human League, Dizzee Rascal, Cut Copy, James Murphy, Janelle Monáe, Paul Kalkbrenner, Chris Cunningham, Boys Noize, Four Tet, Buraka Som Sistema, Katy B, Steve Aoki, Steve Reich + bcn216 + Synergy Vocals, Alva Noto & Ryuichi Sakamoto, Shackleton, James Holden, Nicolas Jaar, Global Communication, Cyclo, Trentemøller, A-Trak, Atmosphere, Annie Mac, Hype Williams, Little Dragon, Yelawolf, Tyondai Braxton, Apparat Band, Actress, Yelle, Scuba, Dominique Young Unique, Agoria, DZA, Benji B, Pearson Sound aka Ramadanman, Gilles Peterson, How To Dress Well, L-Vis 1990 b2b Bok Bok, Shuttle, Open Reel Ensemble, Silent Servant, Diskjokke, DELS, Lory D, Africa Hitech, Mary Anne Hobbs, Toddla T, oOoOO, Redlight feat. Ms. Dynamite & Dread MC, Bjørn Torske, The Gaslamp Killer, Poirier feat. Boogat, Surgeon, Egyptrixx, Toro Y Moi, Djedjotronic, The Brandt Brauer Frick Ensemble, Discodeine, Annie, Offshore, Daito Manabe, Hauschka, Astrud + Col·lectiu Brossa, Jackmaster, Floating Points, Lucy, Chelis, Dadub ...
Bir de böyle devam ediyor, dahası da var yani… Şaka şaka!!! Dememi bekliyorsanız : http://2011.sonar.es/en/ Alın kendi gözlerinizle bakın bir de. Durun durun ağzınız açık kalmış galiba toplayın onu.
P.S. Efes One Love’da “Farfara” diye üstünüze afiyet bir Türk grubu da var ki… Gözümden kaçmadı. Mutlaka dinlenesi. Alın onun da linki : http://farfara.bandcamp.com/
*Fotoğraf: Efes One Love 2009 sahnede Tricky (cep telefonuyla bu kadar oldu)
*Alın bu video da Efes One Love 2011 headline Suede'den favori şarkım Attitude!!!
Afiyet Olsun gençler…
27 Mayıs 2011 Cuma
Sen Hiç Cehenneme Methiyeler Dünzdün Mü???
*Fotoğraf 2: Edvard Munch, Çığlık, 1895
*Fotoğraf 3: Titania ve Bottom, Henry Fuser, 1970 (Bir Yaz Gecesi Rüyası, Shakespeare)
5 Mayıs 2011 Perşembe
İstanbul
4 Mayıs 2011 Çarşamba
Ben de artık bir fedai oldum!!!
Uzun süredir bir işe yaramadığımdan yakınmaktaydım. Neler yapabilirim derken aklıma bir arkadaşın da vasıtasıyla TEGV’in yürüttüğü eğitim gönüllüleri projesine katılma fikri geldi. Bu sayede hem vaktimin bir kısmını çocuklara faydalı olarak geçirebilecek, hem onlarla iletişim kurmayı öğrenecek, hem de topluluk önünde konuşma fobimi filan aşmış olacaktım. Ben de bu sabah ataleti yenip, “günümüz Türkçesiyle” popoyu kaldırıp Zeytinburnu’nda bir ilköğretim okulunun bahçesine kurulmuş olan eğitim tırına doğru yollandım.
Benim katıldığım programın adı Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimi. İçerisinde birtakım imkânların bulunduğu bir tır; yeri geldiğine şehir şehir yeri geldiğinde ilçe ilçe dolaşıyor. Bu program da bu iki odalı tırda gerçekleştiriliyor. Bir oda çocuklarla çeşitli aktivitelerin yapılabileceği bir oyun odası, diğeri ise yine program dahilinde çocuklara eğitim verilebilecek bir bilgisayar odası şeklinde oluşturulmuş. İçeride çeşitli materyaller var. Çok sıcak bir ortam ama çocukların etekleri zil çalarak içeri doluşmasıyla daha da sıcak bir ortama dönüşüveriyor. ;) (evet bugün ilk günün acemiliğiyle fazla duygusallaştım, farkındayım) Bu tırda her yaştan ilköğretim öğrencileriyle çalışılıyor. Çocuklar sırayla bu tırın içine alınıyor ve gruplara ayrılarak bir kısmı oyun odasında, bir kısmı bilgisayar odasında olmak üzere eğitimlere başlanıyor. Amaçlanan şeyler kısaca; topluluk önünde çocukların duyguları, düşünceleri üzerine onları ortak bir paylaşıma sevk etmek, hayal güçlerini geliştirmek, kişisel değerlerinin farkındalığını yaratmak, çeşitli konularda eğitici bilgiler vermek vs vs… Tabi tüm bunlar esasen, önceden psikologlar ve uzman eğitmenler tarafından hazırlanmış, berlirli yaş gruplarına göre ayrılmış olan bir dizi metinlere bağlı kalınmak suretiyle yapılıyor. Çaktırmayın da ben arada kişisel deneyimlerimden de tavsiyelerde bulundum. Eğer bu kısmı sıkıcı bulduysanız bunları ilk günümün heyecanına ve sabahtan beri üzerime yapışmış olan, gitgide de alışacağımı öngördüğüm “Işıl Abla: taze gönüllü eğitmen” durumuna verin. Ve gelin yaşadığım birkaç ilginç deneyimi sizlerle de paylaşayım.
Bugün iki ayrı grupla çalışma fırsatı buldum. Bir grup 5. sınıf diğer bir grup da 4. sınıf öğrencilerinden oluşmaktaydı. İlk grupla yaptığımız çalışmayı bir gönüllü ile birlikte yürüttük. İlk gün, ilk grup ve ilk deneyim olduğundan öncelikle sessiz kalıp gözlemlemeyi tercih ettim ve arkadaşıma ufak yardımlarda bulunmakla yetindim. Fakat yaşanılanlar yeteri kadar ilginçti benim için. Bu aktivitelerde çocukları türlü şekillerde kendileri hakkında konuşmaya fikirlerini paylaşmaya sevk ediyoruz. Ve tabi yaş gurubu ufak olunca ortaya çok sevimli bir o kadar da bize garip gelecek sonuçlar çıkıyor. Bu çalışmalardan biri sahip olduğumuz ya da sahip olmak istediğimiz değerler üzerineydi. Onlardan verdiğimiz bu değerlerden bazılarını seçmelerini ve bu değerlerden ayrılmak zorunda kaldıklarında hangilerini, neden bırakacaklarını öğrenmek; bu sayede onlara kendileri hakkında bir şeyler fark ettirmek istiyorduk. Bu etkinlikte en çok özellikle erkek çocuklarının para, ün, şöhret ve kız çocuklarının ise güzellik gibi değerleri sona sakladıklarını ve onlardan vazgeçmekte zorlandıklarını gördüm. İçlerinden çok az çocuk (ki bunların da büyük bir kısmının en çok sevdikleri dersin Türkçe, Resim, Müzik gibi dersler olduğunu söyleyen, “yumuşak huylu”, arkadaşları tarafından görece dışlanan tipler olduğu gözümden kaçmadı, evet bu klişe fakat gerçek ve hala güncelliğini koruyormuş) adalet, özgürlük, kişisel gelişim, çalışkanlık… gibi değerleri seçmişti. Doğrusu bu beni gerçekten üzdü. Önemsedikleri ilk şeyin para olması onlar farkında olmasa da, dillendirmese de aslında o kadar çok şey söylüyordu kiii belli etmedim ama içimden bunu bu hale getiren “her şeye”, “herkese” binlerce küfür etmek geldi. Bazısı sevgisizlikten, bazısı ise mutsuzluktan yakınıyordu. Defalarca “ünlü olanların”, “çok parası olanların” hayatlarına özlemlerini dile getirdiler. Hayallerinden bahsettiler. Bazısı ise okumaya, okula olan nefretinden. Onlar hakkında bilmediğim birçok şeyi, “geleceğin mimarları” olan bu miniklerin (aslında olmayan) ideallerini öğrenmek bugün benim hayatımda da bazı şeyleri değiştirdi. Kısacası onlara farkındalık yaratma çabamız aslında bana yaradı diyebilirim. Bunu değiştirmek için ise neleri, nasıl yapmalı koca bir ?
Diğer dikkat çekici ve “komik” bir olay da daha 4. ve 5. sınıf öğrencisi olan bu bebelerin kendilerine olan özgüvenleri ve dolaylı da olsa internetle olan hardcore ilişkilerini fark etmeme yaramıştı. İki grupta da aynı şeyi yaşamak bir tesadüf müydü, buna sevinmem tebessümle karşılamam mı gerekiyordu yoksa üzülmem mi bilemiyorum. Bence siz karar verin. İki grupta da grubun “haşarı” çocuğu 22 yaşına basmış olan bu ablalarına, iltifatlar yağdırıyor ve dahası yanına çağırıp “çıkma teklifi” edebiliyordu. Evet evet şaka değil, yetmiyor bir de facebook hesabını istiyordu. Buna verdiğim tepki tabi ki şu şekilde oldu :) :) :) :) :) Dedim ya buna, alıcı kitlemin bugün bu çocuklar olduğunu düşünüp gelecekte de yaşlanıp kocayınca hala gençlerin ilgisini çekebilecek bir kadın olmamı düşünerekten sevinsem mi; yoksa beni ancak çocuklar seviyor, kahretsin evde kaldık diye karalar mı bağlasam bilemedim. Aslında bu durum gururumu okşamadı da değil hani. (evet biliyorum küçük çocukların ilgisini çekmek seni sevindiriyorsa durumun çok vahim dediğinizi duyar gibi oluyorum. fakat unutmayın beğenilmek her zaman insanların hoşuna gider. ben yanlızca itiraf edebilenlerdenim. :P ) Sanırım buna benim karar vermem gerekiyor… ;) Demişken ÇOCUK İSTİSMARINA HAYIR demeden de geçmeyelim. Valla billa facebook hesabımı filan vermedim. ;)
Ben sadece anılarımı paylaşmak istedim esasen fakat olur da bu okuduklarınız bir şekilde sizi biraz olsun çocuklarla faydalı etkinlikler yapmaya, onları mutlu etmeye heveslendirdiyse lütfen siz de TEGV'in internet sitesine girin ve bir başvuru formu doldurun. Her zaman gönüllülere ihtiyaç var. Ve unutmayın siz de bir gün onlardan teklifler alabilir ve kendinizi mutlu edebilirsiniz. :P:P:P
Afiyet olsun!
20 Şubat 2011 Pazar
FESTİVALDEN NOTLAR...
Bu sene de ifistanbul tam gaz devam ediyor. Kişisel fikrim, en azından geçen seneye göre görülmesi gereken daha çok film olduğu yönünde. Ya da zamanlama olarak iyi bir dönemime denk geldiği için, ben daha çok filmi görme fırsatı buluyorum, her sene artan bilet fiyatlarına rağmen. Geçen sene 4,50tl olan haftaiçi gündüz gösterimleri bu sene 6,50 tlye çıkarak gözlerimi yaşarttı yine. Retrospektif ve galalar ise her zaman ki gibi öğrencinin cebini yakıyor. Hele de film beklentileri karşılamamışsa gel gör yaygarayı. Bakalım bu seneki istanbul film festivalinde bizi yine ne kadar bir meblağda hayal kırıklığı bekliyor. Zaten ifistanbul; istanbul film festivali ve film ekimi gibi diğer festivallere göre, AFM ile işbirliği içinde olduğundan olsa gerek, görece yüksek bilet fiyatları yüzünden her yıl diğerlerine oranla daha sönük geçmiştir. Tabi bir artısı biletix yerine güzelim, hizmet bedeli almayan mybiletle çalışması... Bu sayede ben ve benim gibi yüreği sinema aşkıyla yanıp tutuşan, her sene ucuz bilet almak ve salonlardan koltuklar bitmeden yer kapmak amacıyla saatlerce bilet kuyruklarına mahkûm edilen, yeri geldiğinde hayatlarına kast edilen, azimli her yaştan festival izleyicisinin yüzünü güldürüyor. Festivalleri takip etmeye başladığımdan beri geçen şu 8 sene içinde, 5 saat boyunca aç susuz bilet kuyruğunda dikilmişliğim çok vardır hani...
Hali hazırda ben de blog açmışken izleyip sevdiğim bir filmden spoiler vermemeye çalışarak, biraz olsun bahsedeyim dedim, kaçırmış olanlar ve ilgisini çekenlere, “Korsana hayır” ama aslında evet evet diyerek bir güzel indirin izleyin diye bir de tabi. ;)
İlk filmim festivalin ilk gününde, ilk matinasında tatlı bir heyecanla izlemeye koyulduğum, yönetmenliğini Tetsuya Nakashima'nın üstlendiği, nobel ödüllü Kanae Minato'nun aynı isimli romanından beyaz perdeye uyarlanan, Japon yapımı psikolojik gerilim, dram tadındaki film “Confessions” orijinal adıyla “Kokuhaku” idi. Zaten Kanae Minato da yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim bilgilerden öğrendiğim kadarıyla 2007 yılında nobeli “İtiraflar”ın ilk bölümüyle almış. Ne diyelim hak etmiş doğrusu, hikayedeki bağlantılar, kurgu şahaneydi kanımca. Kitabı bizzat okumuş değilim fakat yönetmenin filmi iyi kotarmasıyla uyarlamaların hüsran olduğu genel kanısın bu defa yanlış çıktığını okuyanların yaptığı yorumlardan rahatça söyleyebilirim. Filmi izlerken diken üstünde daha ne olabilir diye bir merak ve gerginlikle bekledim. Hikaye, yönetmenlik ve oyunculuklar da iyi olunca ortaya iyi bir iş çıkıyor ister istemez. Oyuncuların küçük lise öğrencileri olduğunu ve inandırıcılıktaki başarılarını da söylemeden geçmemek lazım burada. Bu tür Japon filmlerinde gerilim; tiplerin -yok daha neler!! denecek durumlarda bile- soğuk kanlı tutumları, şirin bebelerin, kız-erkek çocuklarının beklenmedik sevimlilikte olup beklenmedik caniliklere girişmeleri, en gerilimli sahnelerde arka fonda tatlı tatlı akan klasik müzik tınıları… gibi klişelerle sağlanıyor. Evet, yenilikçi değildi belki film bu açıdan bakılınca hatta biraz Battle Royale tadı da vardı hani fakat konu, kurgu, oyunculuk, müzikler derken film kısa zamanda içine aldı izleyiciyi. Kısacası çıkarken festivale iyi başladık tebessümü vardı yüzümde. Biraz konudan bahsetmek gerekirse şöyle; iyi kalpli, saf görünümünün ardında soğuk kanlı bir caniye dönüşen sınıf öğretmenin 3 yaşındaki kızının ölümünden sorumlu tuttuğu iki öğrenciden intikam almak üzere giriştiği planını ve bununla beraber sınıf içindeki çözülmeleri, itirafları izliyoruz. Yeri geliyor kızıyor, yeri geliyor üzülüyor, yeri geliyor geriliyoruz. Fakat filmin sonunda (hayır hikayeyi batırmıyorum ;) ) hangisi daha zalimce, hangi birine üzülelim karar vermekte zorluk çekiyoruz. Başta lanetlediğimiz çocuk katiller bir anda acınacak pozisyona geliyor ki bence hikayenin ve filmin başarısını burada hissetmek mümkün. Tabi bir de o masum yüzlerin ardındaki o sevimli capon bebelerin korkunç bir şekilde kan dökmeleri, o iğrenç soğuk kanlılıkları, acımasızlıkları, bizi diken üstünde tutmaya yetiyor. Müzikler dediğim gibi, cuk oturmuş post rock ezgileri var, bir de jenerikteki şirin ama yine rahatsız olacağınızın sinyallerini daha baştan veren o parça yok mu… kedi canını senin!!! Sonuç olarak ben izledim ve çok memnun kaldım, eğer siz de bu tür filmlerin fanıysanız ve bu okuduklarınız sizi de izlemeye heveslendirdiyse hiç durmayın indirmeye başlayın. ;)
P.S. AFM Salon 4 iğrençsin!!!
Haydi bir de trailer koyalım, iyi seyirler... ;)
7 Şubat 2011 Pazartesi
iyi ki para yakmadık kardeş
filtre olmayınca tütün içmek zor. hoş tütün kağıdı olmadan içmekten daha zor değil. biliyorum çünkü sigarasız kalıp nikotin krizine girdiğim günlerden birinde tütün sarmak için de kağıt bulamayınca saçmalayıp bir filmde gördüğüm garip yöntemi uygulamaya karar verdiğim o günden daha kötü değildi. evet hapishanedeki çaresiz adam bulduğu tütünü incilin sayfalarını koparıp onlara sararak içiyordu. şimdi konu dışına çıkıp filmin alt metinde din-inanç gibi kavramlara başkaldıran, ya da "kutsal sayfaları" bir nefeste içine çekerek soyutlamaya çalışıtığı metaforik yaklaşımını filan irdelemeyeceğim. gecenin o vakti düşünebildiğim tek şey o nikotini içime çekmekti. ben de yine o çaresiz günlerimden birinde dedim ki, neden olmasın!?! yapacak başka bir şey yoktu, gecenin bir yarısı çıkıp sigara da alamam. tütün, filtre her şey tamam bir kağıt eksik. bu işlem için yegane hayati element. yine de elime geçen en ince kağıdı aldım (bulabildiğim tek şey atm makbuzuydu), filtremi koydum, bir güzel sardım. sonuçtan çok umutluydum. nasıl bir kafaysa!!! hayır salak değilim, bilmiyorum sarhoş filandım galiba o gün. sigarayı yakmamla söndürmem bir oldu tabi tahmin edileceği gibi. tadını sorarsan hiçbir şey gibi değil de, sanki odun, çıra ya da bilumum odunsu nesneyi mangalda yakmış dumanı da içime çekmiş gibi hisettim. sarhoşsam da o an ayılmış olmalıyım. şşt tamam tamam biliyorum tiryakiliğin bu kadarı da fazla be ablacım. ama komikti. ^^
6 Şubat 2011 Pazar
Jane Austen, Gurur ve Önyargı, Mr. Darcy ve Elizabeth
yatakta kıvrılırken Jane'nin tükenmek bilmeyen iyi niyeti, Elizabeth'in iniş çıkışları, Mrs. Bennet'in bencilliği ve pes dedirten yorumları, küçük kardeşlerin yakışıklı subay takıntıları ve Mr. Darcy'nin gururlu ama naif duruşuyla kendimi adeta eski bir İngiliz pembe dizisini izlerken yapacak işi yok-muş-çasına karakterleri evine buyur eden, yetmeyip çay kahve ikram eden, kendini onlardan biri sanıp da olayların akışına müdahale etme arzusuyla yanıp tutuşan, kurguyu gerçekle karıştıran, son günlerde hepimizi güldüren yorumlarıyla "Ali Kaptan gebersin inşallah" teyze olarak buldum. evet ben de yeri geldi Mr. Darcy'ye vuruldum, yeri geldi Mrs. Bennet'a ve Lady Catherine'e lanet okudum. "ah bende olacak o... bak sinir sistemim bozuldu..." gibi gibi. ya da: şimdi Mr. Darcy'nin de hakkını yememek lazım adam çok uğraştı, sevgisi takdire şayan. çocuk fena abayı yaktı o kıza. kolay iş mi herkesi silip geçmek. ama Mr. Bingley de biraz fazla saf gibi. aman zaten Jane de bir o kadar saf. ah o Lydia yok mu bacaklarını kırmak lazım onun. tüm aileyi zora soktu, hiç utanması yok ne karaktersiz kızmış. Mr. Darcy'ye bazen hak veriyorum böyle bir aileyle akrabalık kurmak zor. sonuçta sadece sen evlenmiyorsun aileler de evleniyor değil mi ama. gelgelelim bizim tatlı pıtırcıklara ah o ne becerikli o ne iyi niyetli kızlar öyle. ayy Jane'e ve Elizabeth'e bir ömür boyu mutluluklar dilerim. darısı başıma. "hak ediyor olsunlar..."
NOT: İngiltere'de bugün çok ciddi bir Jane Austen turizmi varmış, acentalar, turlar, rehberler, hediyelik eşyalar filan. bu kadar populer olmasına şaşmamak gerek. ha Türkiye, ha İngiltere yer, ırk ayırdı yok bunun e halk seviyor böyle hikayeleri canım.
merhaba yeni dünya
neden yazmaya gerek var? neden anlatmak kendini yabancıya, derken baktım ben de blog açıyorum. paylaşmak güzel şey. söz uçar yazı kalır derler. iyi demişler. kim miyim? birini tanımak için dinlemek yeter. yeter mi ki?! dikkat dinlemek dedim. dinler gibi görünmek değil. birçokları bu yanılgıya düşüyor sanki. dinliyorum diyen dudaklar ama duymayan kulaklar onlar. evet ben dinliyorum. geçen gün kaki king'in "everybody loves you" albümünü defalarca dinledim mesela.