27 Mayıs 2011 Cuma

Sen Hiç Cehenneme Methiyeler Dünzdün Mü???


“Cehenneme Övgü” adlı bu kitapta Gündüz Vassaf totalitarizmi sadece politik anlamıyla değil, daha çok gündelik hayatta karşılaştığımız türden örnekleriyle incelemiş. Kitap, “Geceye Övgü”, “Özgürlük Cehennemdir”, “Sözcük Mahpusları”, “20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller”, “Burada Yer, Şurada da Uyuruz”, “Kahramanlar Totaliterdir”, “Enformanyaklık”, “Senin Cinsiyetin Ne?”, “Seçmeme Özgürlüğü”, “Hainleri Savunmaya Dair”, “Ölüm Unutkanlığı”, “Sanatçıdan Sakının!”, “Yaşasın Anlaşmazlık”, “Hayata Karşı Amaçlar”, “Zıp Sen Öldün”, “Homo Sapiens Blues”, “Müjde! Çocuğunuz Oldu”, “Şu Sihirli An”, “Ah, Minel Aşk!”, “Sarhoş Olun” bölümlerinden oluşmaktadır.
Her şeyden önce, arka kapak yazısında da belirtildiği gibi yazar, totalitarizmin kendini yeniden üretmesinin yalnızca baskıcı güçlerin zora dayalı yöntemleriyle değil, bireylerin de sınırlı bir özgürlüğe razı olmasıyla gerçekleştiği görüşünde. Kendini özgürleştirme sürecinde pasifize olmuş birey var olanla yetinmeyi ve düzene razı olmayı seçmiştir. “Seçme-me özgürlüğü” ise düzenin sunduğu çeşitlilik oranında vardır: “Ya şu ya da bu”dur. Buna yönelik “Özgürlük, güç merkezleri tarafından sunulan şıklardan birini özgürce seçmekle sınırlı.”[1] demiştir haklı olarak Gündüz Vassaf. Totalitarizm bireyi tekdüzeleştirmekte ve bireysel kimliğini kaybetmesine fırsat yaratmaktadır. Modernitenin de doğmasıyla birlikte baskıcı rejimlerin ve onların kültürlerle bütünleşmiş algılarının, reel dünyada ya da yalnızca aklımızda olan yansıması dahi üzerimizdeki bu gücü daha da belirginleştirmiş, yine aynı güç bireyin prangalarından kurtulmasına biraz olsun imkân vermemiştir. Bugün tüm kitle iletişim araçları bu katıksız güce körlemesine hizmet etmektedir. Yazar da tüm bu perspektifi benimseyerek, bireye dayatılan bu totaliter kavramları eleştirme çabasındadır. Gündüze karşı geceyi, cennete karşı cehennemi, sözcüklere karşı sessizliği, akla karşı deliliği, kahramanlığa karşı hainliği, anlaşmaya karşı anlaşmazlığı… savunur.
Kitap, yazıldığı dönemlerde eleştirmenler ve bazı edebiyatçılar tarafından yeni bir görüşü savunmadığı yönünde eleştiriler almış. Fakat görünen o ki, Gündüz Vassaf kitabın ilk sayfasında Cicero’dan yaptığı bir alıntıyla daha eleştiriler gelmeden önce onlara karşılığını vermiş bile. Cicero der ki: “İşin saçma tarafı, en saçmasının bile filozofun birinin çoktan söylemiş olması.” İşte yazar da bu görüşün ışığında, çabasının söylenmemiş olanı söylemek değil, sadece farkındalık yaratmak olduğunun sinyallerini vermiştir. Evet, belki bu eleştiri bir yönüyle haklı da görülebilir, çünkü kitabı okurken siz de özgürleşme arzusunda olan bir bireyseniz aklınızda olan en belirgin kanılardan biri “katılıyorum, çok doğru, ben dememiş miydim?” oluyor. Öte yandan eğer bunları daha önce düşünmediyseniz dahi, kitabın en önemli kazanımlarından biri de; bu sayede fark etmediğiniz ayrıntıları fark etmeniz, dillendirmediklerinizin dillendirilmiş olması olacaktır. Fakat dedim ya; düşüncelerinizi sizin için bir başkasının bir daha dile getirmesi, zaten inandığınız şeylerin karşılığını bulup, okuduklarınızdan zevk almanız da olası. Gerçi yazar “Yaşasın Anlaşmazlık” adlı denemesinde tam da bu tutumu şu sözlerle eleştirmekte: “Düşüncelerimizin, fikirlerimizin, zevklerimizin, deneyimlerimizin doğrulanmasına ihtiyaç duyarız. […] Kendimizi güvende hissetme uğruna mutabık kalırız ve gerçeği feda ederiz. […] Ne var ki iki kopya da çekici bir dille de olsa, farklı dillerde farklı şeyler söyler. […] Anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik ettiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. […] Anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.”[2] Yine de, bu demek değil ki ne yazar haksız ve ben onu doğru bulmakta yanlışım, ne de biz başkalarıyla hiçbir zaman aynı görüşü paylaşmıyoruz, paylaşamayız. Ancak kimi zaman yalnızca anlaşmanın baskıcılığında, muhalefet olmamak veya anlaşmazlıktan kaçınmak için çok da katılmadığımız şeyleri kabullendiğimiz ve onay verdiğimiz de bir gerçek.
Kitap da beni etkileyen ve okudukça daha da derinlemesine düşünmeye koyulduğum başka bölümler de var. Bunlardan biri yazarın kitapta yer alan ilk denemesi: “Geceye Övgü”. Yazar burada; her şeyin apaçık ortada olduğu, yaşamın daha aktif aktığı gündüzün bizim özgürlüğümüzü kısıtlayan bir unsur, “baskının uyuduğu” gecenin ise gündüzün aksine bizim kendimizi özgür hissedebildiğimiz bir zaman olduğunu vurguluyor. Ona göre gündüzler bize ait değil. Düzen güçleri gündüzleri bizi kontrol altında tutuyor. Hatta bizi ayakta tutan da tam olarak zamanın geçip, sonunda gece olacağını ve onun bize dilediğimiz gibi hareket etme özgürlüğünü sunacak olmasını bilmemiz. İşte ondandır ki, geceleri insanlar daha yaratıcı daha üretken olabiliyor. Gece yazılan yazılar, gece yapılan ödevler daha “özgür”, daha “gerçek”. Çünkü insan zihninin çalışması için daha verimli bir zemin var.
Bir diğer cesur deneme ise diyor ki: “cehennem, özgür ruhun meskenidir.”[3] Bugün dini öğretilerin ve onun kültürden tutun, etik değerlere, insan ilişkilerimize ve günlük yaşantılarımıza kadar sokulan totaliter baskısının bizleri ölüm ve “cehennem” düşüncesinden mümkün olduğu oranda uzaklaştırdığını söylüyor bize yazar. Yeryüzündeki cennettin tasarımı ise hükümetler tarafından idealize ediliyor ve nasıl olacağının kararı, hoşumuza gitse de gitmese de, onlar tarafından veriliyor. Bizler de buna karşı gel-e-meyerek özgürlüğümüzü öteliyoruz. İşte bir kez daha kabullenen bireyin tutumunu bu yazıda açıkça görüyoruz. Yine ilintili olarak ölüm gerçeğinden kaçı-rılı-şın bir başka dışa vurumu da, yazarın “Ölüm Unutkanlığı” denemesinde göze çarpıyor. Her gün sıcaklığını ensemizde hissetmemiz gereken ölüm düşüncesine çoğu zaman çok uzağımızdaymış gibi yaklaştığımızdan ve zamanı “yaşamadan” yaşadığımızdan dem vuruyor bu defa Gündüz Vassaf. Oysa; “Ölümü yadsımak, yaşamı yadsımanın en güçlü göstergesi. […] Yaşamın amacı ölünceye kadar yaşamaktır. […] İnsanları sonunda özgür kılan şey ölümün varlığıdır; ölümün herhangi bir anda gelebileceği bilincidir. […] Özgürlük, son tahlilde, korkuyla birlikte yaşama yeteneği, korkuyu göğüsleme, korkuyla yüz yüze gelme cesaretidir.”[4] diyor yazar. Aslında tüm kitabın eleştirisi olan totaliter güce karşın pasif yaşamın yanlışını en belirgin şekilde şu sözlerle dile getiriyor bu bölümde: “Hep yaşayacakmışız gibi yaşayarak miskinleşiyor, yaşama aktif bir biçimde katılmayı beceremiyoruz. Eyleme geçmeyi, keşfetmeyi, soru sormayı ve araştırmayı beceremiyoruz. Cesur olmayı beceremiyoruz.”[5] Belki de tüm kitaptan çıkarmamız gereken ders bu sözlerde saklı.
Benim için kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri de: “Tanımı gereği norm dışı diye ele aldığımız delileri bile kendimize benzettik.”[6] tümcesiyle başlıyor. Aslında delilerin denetlenemeyen, ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen varlıkları özgürleşmenin en güzel örneklerinden biri gerçekten. Ne var ki, denetleme arzusu da üzerimizdeki en ağır totaliter güçlerden biri. “Deli olmaya cesaret edemediğimiz, ama yine de özgürlüğün özlemini çektiğimiz için, deliliği bu son derce basit davranış biçimlerine indirgedik.[…] Deli, uygarlığın anti-kahramanı olacaktır. Standartlaştırma ve totalitarizmin her yere ve her şeye nüfuz etmesine rağmen hala deli olmayı başarabilenler, gerçekten çok güçlü ve eşsiz bireylerdir. ‘Deli’ sözcüğünü hafife almamalı, çünkü bu ayrıcalık pek az insana verilebilir.”[7] diyerek yine beklenmeyeni söyleyip, özgürleşmenin alternatifinin “deli olmayı başarabilmekten” geçtiğini öğütlüyor ki buna yürekten inanıyorum. İnsan, yapay yoldan hayatlarımıza empoze edilmeye çalışılan kategorizasyonlardan ne kadar kaçabilirse o kadar norm dışı, o kadar deli ancak bir o kadar da özgür ve güçlü olabilecektir. Bugün üzerimizdeki yüzlerce baskıcı kalıbı söküp atmaya çabaladığımız, bunun için aksiyona geçtiğimiz her an “yüksek güçler” tarafından dışlanıyor ve toplum dışı edilmeye çalışılıyoruz. Cinsiyet, ırk, ahlak üzerinden giydiğimiz tüm kılıklar bizi aslında olmadığımız, olmak istemediğimiz ya da olmaktan korktuğumuz başka bir kimliğe bürüyor. Kim ki buna muhalefet olacak, “çizilmiş sınırların” dışına çıkmaya cesaret edecek; o da “deli” yaftasıyla “normaller dünyası”ndan aforoz edilmeye çalışılıyor. Örneğin, “Cinsel ilişkilerimizde de sonsuz bir deneyim zenginliği yerine, bin bir türlü seks araç-gereci, seks makineleri, vibratörler ve zevk hissimizi standartlaştıran çeşitli maddi objelerle karşı karşıyayız. Ya da, sapık mıyım beni yanlış anlarlar korkusuyla istediğimiz gibi dokunamayız, sevişemeyiz bile.”[8] Yazarın cinsiyet baskıcılığına da güzel bir eleştirisi var elbette. Yazar diyor ki: “Cinselliğimiz bedenimizden çok zihnimizdedir.”[9] Bir bebeğin bile doğumundan itibaren ona biçilmiş kaftan bellidir. Erkekler mavi, kızlar pembe tulumlarına girerler doğar doğmaz. Yıllarca psikologlar tarafından bile, “erkek ya da kadın olmanın belli nitelikleri yani “sağlıklı bir cinsel kimlik” vardır, bunların dışında olmak ise bir hastalıktır” diye algılanmışken, “yurdum insanı”nın aksini düşünmesi, aksini onaylaması beklenilebilir mi hiç? Daha da ileri gidecek olursam, öğrenilmiş kimliklerimizden sıyrılıp, özgürleşemediğimiz müddetçe bu dünyada insanlığın düşünebilen üstün bir varlık olduğundan şüphe duyarım ben.
Yazarın görüşlerinde anlayamadığım tek nokta ise “Sözcük Mahpusları”nda sessizliği özgürleşmenin bir çözümü olarak sunmasında. Belki de onun anlatmak istediğiyle benim okumalarım örtüşmüyor olabilir, ancak sözcüklerin bizi kısıtladığı gerçeğine yüzde yüz katılmakla birlikte, çözümü salt sessizliği dinlemekte görmüyorum. Her şeyden önce ben sözcükleri de zaten dinlemediğimizi düşünüyorum. Evet, sözcükler dünyamıza bir standardizasyon getiriyor, öte yandan sessizlik hayal gücümüzü besliyor olabilir; ancak insan hatasını önce sözcükleri gerçekten dinleyip dinlemediğini sorgulayarak aramaya başlamalıdır. “İletişmenin” en öncül yollarından biri konuşmak ise sebebi ne olursa olsun sözcüklerde saklı, kayda değer bir durum vardır. Elbette daha az sözcük kullanmak birbirimizi daha az anladığımız anlamına gelmez ille de fakat “anlaş-ıl-manın” yolu sessizlikten önce sözden geçer.
Sade ve okunabilir bir dille yazılmış olan bu denemeler derlemesi, içine düştüğümüz baskıcı yaşam zincirini kırmanın ve gündelik hayata farklı bir yönden bakmanın kapılarını açıyor bizim için. Tıpkı Montaigne’in “Denemeler”i gibi Gündüz Vassaf’ın da “Cehenneme Övgü”sünü sık sık başvurulabilecek bir kaynak, fırsat buldukça bir daha okunabilecek bir başucu kitabı olarak görüyorum.


[1] Gündüz Vassaf, “20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller”, Cehenneme Övgü, s. 59
[2] Gündüz Vassaf, “Yaşasın Anlaşmazlık”, Cehenneme Övgü, s. 176- 180
[3] Gündüz Vassaf, “Özgürlük Cehennemdir”, Cehenneme Övgü, s. 28
[4] Gündüz Vassaf, “Ölüm Unutkanlığı”, Cehenneme Övgü, s. 154 -160
[5] Gündüz Vassaf, “Ölüm Unutkanlığı”, Cehenneme Övgü, s. 157
[6] Gündüz Vassaf, “20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller”, Cehenneme Övgü, s. 46
[7] Gündüz Vassaf, “20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller”, Cehenneme Övgü, s. 54 - 61
[8] Gündüz Vassaf, “20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller”, Cehenneme Övgü, s. 61
[9] Gündüz Vassaf, “Senin Cinsiyetin Ne?”, Cehenneme Övgü, s. 100

*Fotoğraf 1: Haus Rucker-Co, Viyana, 1975, Parmak. Nürnberg havaalanı yolunda 12 metrelik parmak. Dünyayı batıran insanlar yeraltında yaşamaya başladıktan sonra, yeryüzünde insan türünden kalan son emare.
*Fotoğraf 2: Edvard Munch, Çığlık, 1895
*Fotoğraf 3: Titania ve Bottom, Henry Fuser, 1970 (Bir Yaz Gecesi Rüyası, Shakespeare)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder