20 Şubat 2011 Pazar

FESTİVALDEN NOTLAR...

Bu sene de ifistanbul tam gaz devam ediyor. Kişisel fikrim, en azından geçen seneye göre görülmesi gereken daha çok film olduğu yönünde. Ya da zamanlama olarak iyi bir dönemime denk geldiği için, ben daha çok filmi görme fırsatı buluyorum, her sene artan bilet fiyatlarına rağmen. Geçen sene 4,50tl olan haftaiçi gündüz gösterimleri bu sene 6,50 tlye çıkarak gözlerimi yaşarttı yine. Retrospektif ve galalar ise her zaman ki gibi öğrencinin cebini yakıyor. Hele de film beklentileri karşılamamışsa gel gör yaygarayı. Bakalım bu seneki istanbul film festivalinde bizi yine ne kadar bir meblağda hayal kırıklığı bekliyor. Zaten ifistanbul; istanbul film festivali ve film ekimi gibi diğer festivallere göre, AFM ile işbirliği içinde olduğundan olsa gerek, görece yüksek bilet fiyatları yüzünden her yıl diğerlerine oranla daha sönük geçmiştir. Tabi bir artısı biletix yerine güzelim, hizmet bedeli almayan mybiletle çalışması... Bu sayede ben ve benim gibi yüreği sinema aşkıyla yanıp tutuşan, her sene ucuz bilet almak ve salonlardan koltuklar bitmeden yer kapmak amacıyla saatlerce bilet kuyruklarına mahkûm edilen, yeri geldiğinde hayatlarına kast edilen, azimli her yaştan festival izleyicisinin yüzünü güldürüyor. Festivalleri takip etmeye başladığımdan beri geçen şu 8 sene içinde, 5 saat boyunca aç susuz bilet kuyruğunda dikilmişliğim çok vardır hani...

Hali hazırda ben de blog açmışken izleyip sevdiğim bir filmden spoiler vermemeye çalışarak, biraz olsun bahsedeyim dedim, kaçırmış olanlar ve ilgisini çekenlere, “Korsana hayır” ama aslında evet evet diyerek bir güzel indirin izleyin diye bir de tabi. ;)

İlk filmim festivalin ilk gününde, ilk matinasında tatlı bir heyecanla izlemeye koyulduğum, yönetmenliğini Tetsuya Nakashima'nın üstlendiği, nobel ödüllü Kanae Minato'nun aynı isimli romanından beyaz perdeye uyarlanan, Japon yapımı psikolojik gerilim, dram tadındaki film “Confessions” orijinal adıyla “Kokuhaku” idi. Zaten Kanae Minato da yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim bilgilerden öğrendiğim kadarıyla 2007 yılında nobeli “İtiraflar”ın ilk bölümüyle almış. Ne diyelim hak etmiş doğrusu, hikayedeki bağlantılar, kurgu şahaneydi kanımca. Kitabı bizzat okumuş değilim fakat yönetmenin filmi iyi kotarmasıyla uyarlamaların hüsran olduğu genel kanısın bu defa yanlış çıktığını okuyanların yaptığı yorumlardan rahatça söyleyebilirim. Filmi izlerken diken üstünde daha ne olabilir diye bir merak ve gerginlikle bekledim. Hikaye, yönetmenlik ve oyunculuklar da iyi olunca ortaya iyi bir iş çıkıyor ister istemez. Oyuncuların küçük lise öğrencileri olduğunu ve inandırıcılıktaki başarılarını da söylemeden geçmemek lazım burada. Bu tür Japon filmlerinde gerilim; tiplerin -yok daha neler!! denecek durumlarda bile- soğuk kanlı tutumları, şirin bebelerin, kız-erkek çocuklarının beklenmedik sevimlilikte olup beklenmedik caniliklere girişmeleri, en gerilimli sahnelerde arka fonda tatlı tatlı akan klasik müzik tınıları… gibi klişelerle sağlanıyor. Evet, yenilikçi değildi belki film bu açıdan bakılınca hatta biraz Battle Royale tadı da vardı hani fakat konu, kurgu, oyunculuk, müzikler derken film kısa zamanda içine aldı izleyiciyi. Kısacası çıkarken festivale iyi başladık tebessümü vardı yüzümde. Biraz konudan bahsetmek gerekirse şöyle; iyi kalpli, saf görünümünün ardında soğuk kanlı bir caniye dönüşen sınıf öğretmenin 3 yaşındaki kızının ölümünden sorumlu tuttuğu iki öğrenciden intikam almak üzere giriştiği planını ve bununla beraber sınıf içindeki çözülmeleri, itirafları izliyoruz. Yeri geliyor kızıyor, yeri geliyor üzülüyor, yeri geliyor geriliyoruz. Fakat filmin sonunda (hayır hikayeyi batırmıyorum ;) ) hangisi daha zalimce, hangi birine üzülelim karar vermekte zorluk çekiyoruz. Başta lanetlediğimiz çocuk katiller bir anda acınacak pozisyona geliyor ki bence hikayenin ve filmin başarısını burada hissetmek mümkün. Tabi bir de o masum yüzlerin ardındaki o sevimli capon bebelerin korkunç bir şekilde kan dökmeleri, o iğrenç soğuk kanlılıkları, acımasızlıkları, bizi diken üstünde tutmaya yetiyor. Müzikler dediğim gibi, cuk oturmuş post rock ezgileri var, bir de jenerikteki şirin ama yine rahatsız olacağınızın sinyallerini daha baştan veren o parça yok mu… kedi canını senin!!! Sonuç olarak ben izledim ve çok memnun kaldım, eğer siz de bu tür filmlerin fanıysanız ve bu okuduklarınız sizi de izlemeye heveslendirdiyse hiç durmayın indirmeye başlayın. ;)

P.S. AFM Salon 4 iğrençsin!!!

Haydi bir de trailer koyalım, iyi seyirler... ;)

7 Şubat 2011 Pazartesi

iyi ki para yakmadık kardeş


filtre olmayınca tütün içmek zor. hoş tütün kağıdı olmadan içmekten daha zor değil. biliyorum çünkü sigarasız kalıp nikotin krizine girdiğim günlerden birinde tütün sarmak için de kağıt bulamayınca saçmalayıp bir filmde gördüğüm garip yöntemi uygulamaya karar verdiğim o günden daha kötü değildi. evet hapishanedeki çaresiz adam bulduğu tütünü incilin sayfalarını koparıp onlara sararak içiyordu. şimdi konu dışına çıkıp filmin alt metinde din-inanç gibi kavramlara başkaldıran, ya da "kutsal sayfaları" bir nefeste içine çekerek soyutlamaya çalışıtığı metaforik yaklaşımını filan irdelemeyeceğim. gecenin o vakti düşünebildiğim tek şey o nikotini içime çekmekti. ben de yine o çaresiz günlerimden birinde dedim ki, neden olmasın!?! yapacak başka bir şey yoktu, gecenin bir yarısı çıkıp sigara da alamam. tütün, filtre her şey tamam bir kağıt eksik. bu işlem için yegane hayati element. yine de elime geçen en ince kağıdı aldım (bulabildiğim tek şey atm makbuzuydu), filtremi koydum, bir güzel sardım. sonuçtan çok umutluydum. nasıl bir kafaysa!!! hayır salak değilim, bilmiyorum sarhoş filandım galiba o gün. sigarayı yakmamla söndürmem bir oldu tabi tahmin edileceği gibi. tadını sorarsan hiçbir şey gibi değil de, sanki odun, çıra ya da bilumum odunsu nesneyi mangalda yakmış dumanı da içime çekmiş gibi hisettim. sarhoşsam da o an ayılmış olmalıyım. şşt tamam tamam biliyorum tiryakiliğin bu kadarı da fazla be ablacım. ama komikti. ^^

6 Şubat 2011 Pazar

Jane Austen, Gurur ve Önyargı, Mr. Darcy ve Elizabeth

bugün bitirdim. hastaydım birkaç gündür. soğuk geçen günlerde sıcak bir kahve, ağrı kesici ve antibiyotiklerle iyileşmeyi beklerken sayfalar akıp gitti. birazdan yapacağım yorumlarla haşa Jane Austen'in kült romanını yermek değil niyetim fakat bizim Türk dizileriyle olan gereksiz samimiyetimizi düşününce hikaye bize pek bir tanıdık geliyor. ben de içimi dökmek istedim bu vesileyle.
yatakta kıvrılırken Jane'nin tükenmek bilmeyen iyi niyeti, Elizabeth'in iniş çıkışları, Mrs. Bennet'in bencilliği ve pes dedirten yorumları, küçük kardeşlerin yakışıklı subay takıntıları ve Mr. Darcy'nin gururlu ama naif duruşuyla kendimi adeta eski bir İngiliz pembe dizisini izlerken yapacak işi yok-muş-çasına karakterleri evine buyur eden, yetmeyip çay kahve ikram eden, kendini onlardan biri sanıp da olayların akışına müdahale etme arzusuyla yanıp tutuşan, kurguyu gerçekle karıştıran, son günlerde hepimizi güldüren yorumlarıyla "Ali Kaptan gebersin inşallah" teyze olarak buldum. evet ben de yeri geldi Mr. Darcy'ye vuruldum, yeri geldi Mrs. Bennet'a ve Lady Catherine'e lanet okudum. "ah bende olacak o... bak sinir sistemim bozuldu..." gibi gibi. ya da: şimdi Mr. Darcy'nin de hakkını yememek lazım adam çok uğraştı, sevgisi takdire şayan. çocuk fena abayı yaktı o kıza. kolay iş mi herkesi silip geçmek. ama Mr. Bingley de biraz fazla saf gibi. aman zaten Jane de bir o kadar saf. ah o Lydia yok mu bacaklarını kırmak lazım onun. tüm aileyi zora soktu, hiç utanması yok ne karaktersiz kızmış. Mr. Darcy'ye bazen hak veriyorum böyle bir aileyle akrabalık kurmak zor. sonuçta sadece sen evlenmiyorsun aileler de evleniyor değil mi ama. gelgelelim bizim tatlı pıtırcıklara ah o ne becerikli o ne iyi niyetli kızlar öyle. ayy Jane'e ve Elizabeth'e bir ömür boyu mutluluklar dilerim. darısı başıma. "hak ediyor olsunlar..."

NOT: İngiltere'de bugün çok ciddi bir Jane Austen turizmi varmış, acentalar, turlar, rehberler, hediyelik eşyalar filan. bu kadar populer olmasına şaşmamak gerek. ha Türkiye, ha İngiltere yer, ırk ayırdı yok bunun e halk seviyor böyle hikayeleri canım.


merhaba yeni dünya


neden yazmaya gerek var? neden anlatmak kendini yabancıya, derken baktım ben de blog açıyorum. paylaşmak güzel şey. söz uçar yazı kalır derler. iyi demişler. kim miyim? birini tanımak için dinlemek yeter. yeter mi ki?! dikkat dinlemek dedim. dinler gibi görünmek değil. birçokları bu yanılgıya düşüyor sanki. dinliyorum diyen dudaklar ama duymayan kulaklar onlar. evet ben dinliyorum. geçen gün kaki king'in "everybody loves you" albümünü defalarca dinledim mesela.